Pazar, Kasım 27, 2005

Şiddetle tavsiye edilir

Babam ve Oğlum

Mutlaka izleyin...Çağan Irmak'ın yönetmenliğini, cast'ın nasıl iyi seçimlerden oluştuğunu ve sinemanın tadının damağınızda kalacağını bilerek gidin...
Yalnız gözyaşlarına boğulabilirsiniz. Mutlaka mendillerinizi de alın yanınıza ama ne olur eğer bu sayfayı okuyorsanız mutlaka ve mutlaka zaman ayırın ve seyredin Babam ve Oğlum'u..

Harry Potter & Goblet Of Fire

En iyi Harry Potter filmi. Tüm dünyada 3 günlük açılış rakamı en iyi filmler listesinde 4. sırada. 101.4 milyon dolar ile.
Ekip büyümüş ve rollerine daha iyi oturmuş. Tek sorun biraz uzun olması tam 156 dakika- reklam, ara, fragmanlar hariç- Bir de 13 yaş sınırı aldı...yani artık çocuk filmi değil Harry Potter. Ha birde Victor Krum' un takım arkadaşlarından biri rolünde, Harry Potter'ın balo kavalyesini de dansa kaldıran çocuk Türk...
Ben iyi vakit geçirdim... Eğer fantastik filmlerden hoşlanırsanız çok keyif alabilirsiniz...

5 yorum:

ZeYNeP dedi ki...

Babam ve oglum icin tum kritikleri okudum, cok konusulan bir film, gormek isterdim bende,
Cetin Tekindor cok sevdigim bir tiyatro aktoru, eminim sinemada da hayli basarili oldu ki, film bu kadar ses getirdi.
sayende mini klipi izledim tesekkur ederim.

Zeynep

bgm dedi ki...

Ozge'ciğim cuma aksamı bizde gittik Harry Potter'a.. Ben çok beğendim. Ama Gürol'da sonu hayal kırıklığı yarattı.. Sanırım daha heyecanlı bir son bekliyordu. Keşke devamı da kısa zamanda vizyona girse..

Tijen dedi ki...

domates güzeli'ndeki son yaziyi okuyunca birden 'yoksa küstürdüler mi özge'yi' diye düsündüm. yeni bir yere tasinmissin meger. harekette bereket vardir derler, hayirli olsun!
eylül'deki söylesiye iyi ki gelmemissin, bence çok basarisizdi. ben özellikle çok kötüydüm diyeyim, daha dogrusu belki kötülük de degil de beklentilere uymadi. ben ege mutfagi olsun istemistim, ille de ayvalik diye tutturdular. o zaman ayvalikli biri konussun dedim, yok ille sen konus dediler, ben de zeytinyagi ve otlari anlatayim dedim, sonuçta nedim atilla da (aramizdaki tek ayvalikli oydu) katilamayinca biraz ilgisiz gibi oldu.. neyse, oldu bitti.
bir gün tanisiriz umarim!
sevgiyle,
tijen

Adsız dedi ki...

Bir Kadın Çocuktur Aslında. Çocuk gibi davranmayı sever. Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak okşamalıdır erkek kadını. Ama aynı zamanda hiçbir kadın çocuk muamelesi de görmek istemez. Söylediği şeyler çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını ister. Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz... Bir Kadın Güçlüdür Aslında. Bir Kadın Çocuktur Aslında. Çocuk gibi davranmayı sever. Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak okşamalıdır erkek kadını. Ama aynı zamanda hiçbir kadın çocuk muamelesi de görmek istemez. Söylediği şeyler çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını ister. Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz... Bir Kadın Güçlüdür Aslında. Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez. İster ki erkeğin gücü kendisine huzur versin. Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler. Böylece hem daha çok kadın olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne kadar güce sahip olduğunu görecektir. Ancak kadını gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz. Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar... Bir Kadın Sevgidir Aslında. İçinde her zaman olağan üstü bir aşk taşır. Sevdiklerinden kolay kolay ayrılamaz. Sevdiklerini kolay kolay kıramaz. Zor sever ama tam sever. Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir ve birisini ya da birşeyi sevmezse de onu asla sevmesi için zorlayamazsınız. Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz. Ancak beyninde yer etmemişseniz her an terk edilebilirsiniz. Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette. Bunun nedeni ise dizginleyemedikleri "acımak" duygusudur... Bir Kadın Yalnızdır Aslında. Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz. Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır. O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez. Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz. Yalnızlık onun sığınağıdır. O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi karar verir. Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız onu sonsuza dek kaybedebilirsiniz... Bir Kadın Çılgındır Aslında. Neler yapabileceğini hemcinsleri dahi hayal edemez. Yaratıcılığının sınırı yoktur. Ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler. Hoyratça harcamaz yaratıcılığını. Sadece erkeğine saklar. Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir. Çünkü yaşamınız asla sıradan olmayacaktır... Bir Kadın Hayattır Aslında. Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor. Yemek yemek, su içmek bile. Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz? Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız ne yazık ki yaşamıyorsunuz Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez. İster ki erkeğin gücü kendisine huzur versin. Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler. Böylece hem daha çok kadın olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne kadar güce sahip olduğunu görecektir. Ancak kadını gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz. Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar... Bir Kadın Sevgidir Aslında. İçinde her zaman olağan üstü bir aşk taşır. Sevdiklerinden kolay kolay ayrılamaz. Sevdiklerini kolay kolay kıramaz. Zor sever ama tam sever. Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir ve birisini ya da birşeyi sevmezse de onu asla sevmesi için zorlayamazsınız. Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz. Ancak beyninde yer etmemişseniz her an terk edilebilirsiniz. Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette. Bunun nedeni ise dizginleyemedikleri "acımak" duygusudur... Bir Kadın Yalnızdır Aslında. Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz. Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır. O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez. Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz. Yalnızlık onun sığınağıdır. O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi karar verir. Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız onu sonsuza dek kaybedebilirsiniz... Bir Kadın Çılgındır Aslında. Neler yapabileceğini hemcinsleri dahi hayal edemez. Yaratıcılığının sınırı yoktur. Ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler. Hoyratça harcamaz yaratıcılığını. Sadece erkeğine saklar. Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir. Çünkü yaşamınız asla sıradan olmayacaktır... Bir Kadın Hayattır Aslında. Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor. Yemek yemek, su içmek bile. Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz? Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız ne yazık ki yaşamıyorsunuz serkan
bebeto_2005@mynet.com
bulutbenyagmursen@hotmail.com

Adsız dedi ki...

Bütün Evli Kadınlar Mutsuzdur
Derin bir nefes çekerek aniden doğruldu yatağında. Nefesini geri verirken odadaki ağır uyku kokusuna “Yeter!” dedi. Gözlerini açmakta hiç zorlanmamıştı zira güneşten eser yoktu ve oda zifiri karanlıktı. Doktor değildi, gece acil telefonlar aldığı pek görülmezdi ama telefonu hiç kapanmaz, o uyurken de başucunda beklerdi. Elini atıp aldı hayattan uzak kalmaması için nöbet tutan aleti ve saatin dördü on geçmekte olduğunu gördü.Çözümsüz biriydi. 28. yaşının son günlerini yaşıyor olmasına rağmen henüz öğrenememişti bu karakter özelliğiyle yaşamayı. Çocukluğundan beri kafasını bir şeye takar, göğsünde bir basınç oluşur, bir şeyleri yanlış yaptığı ya da yapmayı unuttuğu hissine kapılırdı. Annesi onu, bunun vicdan olduğuna inandırmıştı. O zamanlar ödevini yapmadığı için vicdan azabı çekerdi. Annesiyle gecenin bir yarısı oturur ödevini yaparlardı ve rahatlardı. Seneler geçtikçe bunun çok daha çeşitli versiyonlarını yaşadı.Yaş büyüdükçe sorunlar da büyüyordu, göğsündeki basınç da.

Çıplak ayaklarını parkeye sarkıttı, elinin altındaki çarşafın tatlı yumuşaklığından ayrılacağına bir an için lanet ederek doğruldu. Sandalyenin üzerinde duran sabahlığını üzerine geçirip telefonunu da yanına almayı ihmal etmeyerek mutfağa gitti. Elektrikli ısıtıcı fokurdamaya başladığında o, düşünce dünyasının kapılarını çoktan geçmişti. Otomatik hareketlerle kahve, şeker, su ve sütle doldurdu bulabildiği en büyük kupayı. Sihirli kafein karışımı ve dört saat ayrı kaldığı nikotinin uyarısıyla başladı bir cevap aramaya. Aslında iki kısa cevabı olan ve beklenen bir soruydu. Hatta cevaplanmıştı. Ama içinin rahat olmayışı, yanlış cevabı verdiğini hissettiriyor, çözümsüz kişiliği onu bir kez daha düşünüp bir gece daha uykusuz kalmaya itiyordu.

Bir soru: Benimle evlenir misin?
İki kısa cevap: Evet.
Hayır.

Sorunu beyninde şemalaştırması onu daha da basit bir hale getirmişti. Dokuz senedir birlikteydiler, birbirlerinin en yakın arkadaşıydılar,hala aşıktılar ve hala sevişiyorlardı,okulları bitmişti, birikmiş paraları vardı, onun ailesini seviyordu... Evet cevabını vermesinde hiçbir sorun yok gibi görünüyordu ama acaba pek düşünmeden mi cevap vermişti? Yoksa o, şartlandığı için mi böyle bir soru sormuştu?

Çözümsel bir ampul yanar gibi oldu kafasında. Belki de hayat oto yollarındaki bütün uyarı tabelaları, evlilik sapağının geldiğini işaret ettiği ve henüz yolun başındayken oraya gitmeleri söylenmiş olduğu için istiyorlardı bunu yapmayı. Oysa bulunduğu andan bakınca gazı kökleyip dümdüz devam etmekle hız kesip “evet,kabul ediyorum” gişelerine varmak arasında kararını etkileyecek bir farklılık göremiyordu. İki yön de eşit derecede karanlık, bilinmez ve korkutucuydu. Kadere inanmayan biri için hayatını mutlak suretle değiştirecek kararları vermenin daha zor olması, hayatın olağan trafiği içinde normal karşılanabilecek bir durumdu aslında. Ama hep hayalini kurduğu an geldiğinde, olaya, “Bir dakika, ben acaba neden hep bunun hayalini kurdum, çocukluğuma bir inelim bakalım, işte orada, tabii ya! Tanıdığım herkes, izlediğim ve okuduğum her şey, bütün toplumsal yapı bana bir gün gelip gelin olacağımı, çoluk çocuğa karışacağımı öğrettiği için! Alın şunu,bu benim hayalim değil!” şeklinde bir beyin fırtınasıyla yaklaşan tavrını kendisi de gereğinden fazla şüpheci ve ayrıntıcı, kesinlikle normal olmayan, biraz da hasta bir tavır olarak görüyordu. Aslında bu bir çok avukatta görülen mesleki bir hastalıktı. Onun bunu abartmaya oldukça müsait bir bünyesinin oluşu durumu kronik bir hale getiriyordu sadece.

Evet, o kronik bir avukattı ve ona göre hayat ayrıntılarda saklıydı, şüpheyse başarıyı getirirdi. İki ya da üç gün önce, sevgilisi ona evlenme teklif etmiş birine henüz dönüşmemişken, tam da bu konuyu tartışıyorlardı. O, ilişkilerine hep sorun getiren bu pencereyi kapatmayı şu sözlerle deniyordu: “Her pozitif ayrıntı bir negatifin üzerinde durur. Hayatı ayrıntılarına ayrıştırıp karşına çıkan pozitiflerden şüphe duyarsan, elinde her konuya yapıştıracak bir negatif ayrıntı kalır. Bu seni karamsar bir insan, bunu kabul etmemekse çözümsüz yapar. Kabul et, gerçeğe giden en doğru yol her zaman en düz olandır.” Her ne kadar sevgilisinin zeka ve bilgelik dolu sözleri onu etkilemiş olsa da bir işe yaramayacaklarını biliyordu. Kadın ve erkek beyni kesinlikle farklı çalışıyorlardı. Ataerkil bir toplumda yaşıyor olmalarının en büyük nedeni de bu olabilirdi. Erkekler bir sorunla karşılaştıklarında doğrudan sonucu görüyorlar ve sağlama gereği duymadan, cesurca veriyorlardı kararlarını. Kadınlarsa onlardan hiç de geri kalmayan bir hızla, matematikten quantum fiziğine kadar her yöntemi deneyerek bütün olasılıkları hesaplıyor, her biri farklı olan sonuçlardan en akla yatkın olanını seçiyor ve bu sonuçtan da geriye giderek sağlamasını yapıyorlardı. Kadın, bu hıza rağmen hiçbir işlem hatası yapmamış olsa bile % 90 ihtimalle erkekten farklı bir sonuca varıyor ve o yüzden dünyada karşı cinsi anlayamama fenomeni hiç eskimeyen bir gündem oluşturuyordu. Aristo mantığına sahip erkek nüfus 1-1=2 basitliğinde dünyayı yönetirken, çoklu evren teorisini bizzat yaşayan kadınların bu sürece geç katılmış olmaları normaldi. Muhtemelen katılıp katılmamanın artı ve eksilerini hesaplıyorlardı. Ayrıca dünyanın git gide karmaşık bir hal almasında kesinlikle kadın zekasının üretim, tüketim ve yönetim sürecine katılımının büyük etkisi vardı.

Bütün bu konuyla ilgisi yokmuş gibi görünen düşünceleri olaya, içeride “bu işi de hallettik” rahatlığıyla uyuyan sevgilisine sinirlenerek bağladı. Onun ya evlilik aşkı gerçekten öldürüyorsa, işin içine aileler girince hayatımız üzerindeki kontrolümüzü kaybedersek,ya 40 yaş sendromuna girip iki çocukla karımı ortada bırakır genç bir kızla evlenirsem ya da onu cepte görüp sıkıcı bir adam haline geldiğim için beni önüne gelenle aldatırsa diye düşünmediğine emindi. Sorusunu sormuş, cevabını almış, kim bilir kaçıncı uykusunun kaçıncı rüyasındaydı.

Babasının bekar bir arkadaşının ilginç teorilerinden biri geldi aklına: “ Bütün kadınlar evlenmek ister. Bütün evli kadınlar mutsuzdur. Elli kadar evli bayan arkadaşım var. Bunların hiç birinin hayatında seks kalmamış. Herifler sıkılmış artık aynı kadından. Bir kaçını tanıyorsun, hepsi öyle. Eğitimli, güçlü, sokakta her yaştan erkeği kendilerine tekrar tekrar baktıracak kadar güzel ve bakımlı kadınlar. Bunların yarısı kocalarını aldatmayı yüz kızartıcı bir suç olarak gördüğü için sevişmeden geçiriyor ömrünü. Geri kalanıysa aldatıyor kocalarını. Bunların büyük çoğunluğu kocalarını aldattıkları için kendilerinden utanıyor, tiksiniyorlar. Geri kalan küçük azınlıksa kendileriyle sevişmeyen kocalarını aldatmayı anayasal bir hak olarak görüyorlar ancak buna rağmen sürekli “ya yakalanırsam” korkusu yaşıyorlar. Sonuçta bütün evli kadınlar mutsuz işte.” Çocuklar konusunda da her ne kadar çocuklara bayılsa da insanın cesurca, bencil ve hayatı kendisi gibi yaşamasını sağlayacak kararlar almasını engellediklerini düşünüyordu. Çocuk vermeyerek ve sevişmeyerek sevdiği kadını ömür boyu mutsuzluğa mahkum etmeyi de büyük bir haksızlık olarak görüyordu.Bu düşünceli ve ilginç tavrı yüzünde onu kendine özgü bir insan olarak kabul ve takdir etmişti. Ne yazık ki, bu düşüncede bir erkeğe aşık olunamazdı ve o da tüm şanslı kadınlar gibi, onu yıldızların altında kendi pişirdiği yemekler ve şarap eşliğinde romantik bir pikniğe götürüp “Çocuklarımın annesi olur musun?” diyerek parmağına ikisinin, yani siyah ve beyazın dengesini simgelen bir siyah ve bir beyaz iki küçük inciyle özel olarak tasarlanmış bir yüzük takan ve “Seni sonsuza kadar seveceğim!” diyen bir erkeğe aşık olmuştu. Yine kendine haksızlık ediyordu, parmağına baktı ve “Tamam bütün kadınlar benim kadar şanslı olamaz.” dedi şımararak ve gülümsedi.

Başından beri mutlu sonla biten bir romantik komedide olması gereken bütün unsurları barındırıyordu ilişkileri. Kız avukat, erkek müzisyen, çok farklı ve uyumsuz ama aşkla buluşmuş bir çift, onlar için başka planları olan aileler, konuya her zaman ilginç bir bakış açısı olan dostlar, şiddetli kavgalar, yanlış anlamalardan kaynaklanan ayrılıklar, ağlatan geri dönüşler, talihsiz tatil planları, baştan çıkarıcı cinsel deneyimler, komik kıskançlıklar ve iz sürmeler ve en nihayetinde birbiri için değişen sevimli bir çift... Genellikle tüm zorlukları atlatan çift, filmin son karesinde öpüşür ve kamera yavaş yavaş uzaklaşırdı. Sonra film müziği... Karanlık sayesinde yaşlı gözlerinizi saklamaya gerek görmeden veda ederdiniz beyaz perdeye. Sinema salonundan aydınlık güne çıktığınızda arkadaşınızla birbirinize bakıp “Eee?” diye sorardınız. Evlendiler mi, yoksa kavuştuktan bir süre sonra ayrılmaya mı karar verdiler? Haydi evlendiler diyelim. O özendiğiniz kız üç çocuk doğurup dırdırcı bir kocakarıya mı dönüştü? O sempatik çocuk alkolik, kumarbaz, karısını ve çocuklarını döven sorumsuz ve adi biri mi oluverdi? On sene sonra biri amansız bir hastalığa mı yakalandı? Ne oldu? Bu soruların cevabı yoktu Hollywood’ da. Yeşilçam’ ın yerde son anda elleri buluşarak mutlu ölen çiftlerden oluşan arabesk son kareleri ise hiç olmazsa bu açıdan daha rahatlatıcıydılar.

Yine de 2 saatlik prodüksiyonlarla aşkı anlattığını sanan Hollywood’a ,her an kaçabilir aşkınızı elinizde tutun öğretileriyle dolu Cosmopolitan’a , bırak aşkı memelerini göster propagandası yapan türevi erkek dergilerine ; kısacası, aşkın ömrüyle ilgili üç seneden uzun olmayan müddetler biçen herkese orta parmağını gösteriyordu özenle; çünkü, kendini hiç de zorlamadan kanıtlamıştı teorisini. Ona göre aşkın metleri ve cezirleri vardı. Sular çekildiğinde “Bu ev artık denize sıfır değil!” , deyip evini satmak gibi bir şeydi cezirde aşkını bırakmak. Birazcık sabır ve suların geri geleceğine ilişkin hayaller yeterdi dalgaların iskelenizi tekrar dövmesine. Sonuçta dokuz senedir aşıktılar.

Yine de korkuyordu ölesiye. Bazen aşkın gerçekten varolan bir duygu olduğuna bile inancını kaybediyor, onun insan eliyle yaratılmış uyuşturucu etkiye sahip yapay bir bileşim olduğundan şüpheleniyordu. Nedense aşk ve inanç olmadan yaşamını devam ettiremeyen tek canlı türüydü insan. Dinlerin belli amaçlara hizmet etmeleri için insan eliyle yaratıldıklarını düşünüyor ve bu oyuna alet olup bir şeylere bağlanmak istemiyordu. Ama aşktan kaçmamıştı hiçbir zaman. Ateist ama aşık bir anne ve baba tarafından büyütülmüştü ne de olsa. O istese de istemese de birileri dünyayı yönetiyordu ve her zaman bir yedek planları vardı işte.

Nedeni ne olursa olsun aşıktı ve ölesiye korktuğu şey onun yapaylığı değil her şeye rağmen kaybedilebilir oluşuydu. Anneannesi ve dedesi altmış yıldır evliydiler. Evlilik eğer kimse ölmez ve boşanmak istemezse bu kadar zamanı ona adamak demekti. Bu anlamda korktuğu iki şey vardı: Hayatının geri kalanını ailesi için yaşayacak ve belki de yirmi beş sene sonra bu fedakarlığın değerini kimsenin anlayamayacak olması. 53 yaşında terk edilir ve çocukları da doğal olarak kendi ailelerini kurarlarsa güvenmiş yıkılmış ve yalnız bir insan olarak yaşlanacaktı. Ya evlenmezse?.. Onunla birlikte olmak isteyecek yeteri kadar iyi bir erkek kalmayana dek gününü gün edecek, belki dünyayı dolaşacak, ya da işinden istifa edip kendini sanata verecek, sonra sıkılıp yeniden bir iş kuracak, istediği gibi savrulup duracak ve yalnız ölecekti. Çünkü evlenmezse çocuk da yapmayacaktı.
Sezercik, **çsin sen!
Değilim, değilim işte!
Baban nerede o zaman?
Sessizlik...
Yok onun çocuğu bunu yaşamamalıydı. Hala bunların yaşanabileceği bir toplumda evlenmeyip de birlikte yaşamak da olmazdı. Sezercik mahallenin çocuklarının elinden anne ve babasının düğün fotoğrafı sayesinde kurtuluyordu ne de olsa. Onun gibi kadınlar bile toplumsal düşünmeye programlanıyorlardı çocukluklarından itibaren ve işte kendilerini ne kadar geliştirseler de atamıyorlardı bunu üzerlerinden. Ona göre namus bacak arasından çok uzakta, kafada bir yerlerde olmalıydı ama yine de evliliğin toplum genelinde namus kurtarıcı bir etkisi vardı ve yasal sevişme iznini de içinde barındırıyordu.

İçeride hala uyuyan adamdan yapmak istiyordu çocuğunu. Annelik içgüdüsü değil de, daha çok bizden ne çıkacak acaba merakıydı bu. Bir de yaşlanınca neye benzeyeceklerdi acaba? Onun beyaz saçlı, göbekli,burnundan, kulağından kıllar fışkıran, büyüteçle bulmaca çözen, kucağında torun hoplatan halini göremezse amiyane tabirle “Ortasından çatlayıverirdi!” .

Sonunda evlilik lehine pek de iç açıcı olmamakla birlikte birkaç artı puan yakalamayı başarmış, saati de dokuz buçuk yapmıştı. Dört bir yana dağılmış düşüncelerini faydalı bir noktada toplamaya çalıştı.

Sonuçta aşka karşı değildi, evlenmeyi düşündüğü adama aşıktı, hatta ondan çocuk yapmak gibi hayalleri bile vardı. Toplumsal bir bakış açısıyla evlenmeleri fikri mantıktan yoksun da değildi, en azından beş sene önceye göre. Zaten ona göre mantık nedeniyle evlenmek dünyanın en saçma şeyiydi dolayısıyla bunun bir önemi de yoktu. Dokuz senedir seviştiği adamla, ömrü yettiğince dokuzun tüm katları kadar daha sevişebilirdi ki bu çok önemli bir ayrıntıydı. Şöyle bir ne eğitimsiz, sevgisiz ve hasta insanların ana-baba diye ortalarda dolaştığını düşününce başarısızlık korkusu da artık onu rahatsız etmemeye başladı. Birlikte olduğu kişinin, kariyer,hobi, yaşam tarzı gibi konularda onu her zaman destekleyeceğini biliyordu, yani istediği hayatı yaşayabilirdi. Hatta sık sık yaptıkları gibi çılgınca kararlar alıp bir anda hayatlarını değiştirebilirlerdi bile. Maddi sıkıntıları yoktu, olacağa da benzemiyordu. Her şeyi paylaşmak gibi bir alışkanlıkları vardı. Böylece ev işi ve çocuk bakmak için hayatın gerisinde kalmak gibi stresler de geçiştirilmiş oluyordu. Galiba gerçekten de doğru insanın varolabilmesi mümkündü.

Önünde uzayıp giden umut dolu, pozitif tabloya baktı ve Freudien bir bıyık altı gülümseme hakim oldu suratına. Sorun seksti! Bu onun ne kadar iyi olduğu ya da olmadığıyla değil ona bakış açısıyla ilgili bir durumdu. Ona göre Platon hasta bir kişiydi ve aşkta da en az evlilikte olduğu kadar zaruri bir durumdu sevişmek. Evlilik ömür boyu bakma yan edimi de eklenerek kurulmuş bir sevişme sözleşmesiyken, aşkın ifade ettiği şey , aynı işi hiç kimse hatta kendin bile farkında olmadan yapmaktı. Evliliğin içindeki farkındalık aynı zamanda toplumsaldı. Aşık olan kız çocuk iyimser bir bakış açısıyla platonik takılıyordur, biraz daha gerçekçi bir ailesi varsa muhallebicide buluşup konuştuğu bir çocuk vardır. Ciddi anlamda gerçekçi bir çevre sahibiyse aşık bir kız olarak çeşitli açılardan orospudur. Ama çocuğun niyeti ciddiyse, e bir de elinin günde ne kadar çok ekmek tutabileceğiyle doğru orantılı olarak hayırlı bir kısmetse işler değişir, kutsal bir boyut kazanırdı. Aşık olan kızlarının muhallebici maceralarını bile eşten dosttan özenle saklayan aileler; davul, zurna, gözyaşları ve sevinç eşliğinde, çoğu zaman aşkın varlığını sorgulama gereği dahi duymadan gerdeğe sokuverirlerdi biricik çocuklarını. Aslında aşkın kimyasının bir sonucu olan ama evlilik dışında olursa utanılan hamilelik de gurur kaynağı olurdu. Mantık evliliği yapıp da her gece ağlayarak sözleşmeden doğan borcunu ifa edip, ömür boyu da sonuçlarına katlanan kadınların aileleri de çevreleri de çok rahattılar. Evli kadın hayatta hiçbir şeye yaramasa da bekar kadından daha makbuldü ayrıca.

Bunları düşündükçe midesi bulanıyor, tüm bu tiksindiği haksızlık dolu düşüncelere meydan okumak, o imzayı atmayarak ne yaşayacaksa yaşamak istiyordu. Düğün gecesi sona erdiğinde onu o güne kadar bakire sanan sanmayan tüm davetlilerin hiçbir şüphe duymadan “Acaba şimdi hangi pozisyondalar?” diye düşünecek olmaları fikrinden ise ayrıca nefret ediyordu. Balayı süitleri, yeni evlilerin arkasından kıs kıs gülen otel görevlileri... Tüm bunlar hayatta en inandığı şey olan aşka açık bir hakaretten ibaretti. Beyaz gelinlik, kırmızı kuşak, ziyafet, eğlence... İnsanlar kendilerini kaybetmiş bir şekilde o ana kadar yasakladıkları sekse ibadet ediyor ve ilkel bir kabile gibi hayatın en doğal olaylarından biri olan bekaretin kaybedilişini kutluyorlardı!

Ona değer veren herkesi ağzından salyalar akıtarak onu peşkeş çekmeye çalışan ahlaksız yobazlar gibi düşündüğü için kendinden utanarak saat on bir gibi sakinleşti. Toplumsal dayatmalara karşı tüm kinini kusmuş, bilinçaltının içini dışına çıkararak temizlemişti irin dolu bacasını. Çözüme yakın olduğunu hissederek devam etti düşün seline.

Mezuniyetlerinde, yemin töreninde, yaş günlerinde yanında oldukları gibi düğününde de yanında olacaklardı sevdiği ve ona değer veren tüm insanlar. Büyük-küçük tüm çevresi ilişkisini biliyordu ve hiçbiri de saf ya da saplantılı değillerdi. Onun için düğün, sevdiği adamla, sevdikleri insanlar önünde, ellerinden geldiğince bütün bir ömrü paylaşmak üzere birbirlerine söz vermekten ibaret olacaktı. Hem 30 yaşına kadar evlenmeyen kadınların, bütün iyiler kapıldığı için artık isteseler de evlenemediklerini, sonra da ya yeteri kadar iyi olmadığı için evlenememiş ya da boşanmış erkeklere razı olmak zorunda kaldıklarını, hiç evlenemezlerse de hayatta kendilerini hep eksik hissedip mutsuz olduklarını anlatarak kendini onu strese sokan annesi rahatlamış olacaktı. Ayrıca 20 yaşından beri 30 yaş sendromu yaşayan bütün arkadaşları panik içinde evleniyorlardı ve o da hayatta hiçbir şeyden geri kalmayı sevmeyen biri olarak bunu kaçıramazdı.

Açıkçası sevdiği adamın mutluluğunu anarşizme kurban edemeyecek kadar aşıktı, kimsenin ona bakmasına ihtiyacı yoktu ve hiç kimse de beline kırmızı kuşak takmaya çalışmayacaktı.

Şu anki hisleri ve hayallerini kaybedip bu kadar değer verdiği bir kimseyi yarı yolda bırakmaktan daha çok da aynı şekilde yarı yolda bırakılmaktan korkuyordu. Oysa kaybetme korkusu evliliğin değil aşkın doğasının bir gereğiydi ve ancak bu korkunun devamı onu inandırabilirdi yaptığı işin doğruluğuna. Hayatta kazanma olduğu kadar kaybetme ihtimali de olmalıydı.

Öğlen olmaya yüz tutmuş duvar saatine baktı ve işte “kadınsı analitik düşünce:1-çözümsüz karakter:0” dı. Muhtemelen hava kararana dek Pazar miskinliğinin tadını çıkaracak olan müstakbel kocasının yanına gidip kollarının arasına yerleştirdi kendini. İtiraf etmemek için yeteri kadar işkence etmişti kendine, işte bütün kadınlar gibi EVLENMEK İSTİYORDU!!! Çoklu evreninin her katmanında birer kez daha “Evet!” dedi akrep ve yelkovan buluşurken ve dünyanın en huzurlu yerinde yumdu gözlerini uykuya, iflah olmaz bir romantik oluşuna şükrederek.

serkan

bulutbenyagmursen@hotmail.com

bebeto_2005@mynet.com

http://www.blogcu.com/serkanca2005/